Pankreas Kanseri
9 Nisan 2012Akciğer Kanseri
9 Nisan 2012Savunma Sisteminin Baş Kahramanları: Lenfositler
Savunma sisteminin en temel hücreleri lenfositlerdir. Vücutta dışarıdan gelen düşmanlara karşı verilen zorlu savaş, daha çok lenfositlerin üstün çabaları sayesinde kazanılır. Her özelliğiyle hayranlık uyandıran bu hücreler, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan yaratılış delillerinden yalnızca biridir.
Kırmızı kanda, büyük bir çoğunlukla da beyaz kanda görülen cesur savaşçı lenfositler, kemik iliğinde, lenf ve salgı bezlerinde, dalak, bademcik ve eklem yerlerinde bulunurlar. Ancak lenfositlerin esas olarak bulundukları ve üretildikleri yer, kemik iliğidir.
Kemik iliğinde lenfosit oluşması biyolojinin en esrarlı olaylarından biridir. Burada ana hücreler (stem cell), birçok biyolojik evreden süratle geçerek, yepyeni bir yapıya yani lenfositlere dönüşürler. Bunun yanında, genetik mühendisliğindeki büyük gelişmelere rağmen, en sade mikrop türlerinin bile, benzer türlere dönüşümünün mümkün olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, kemik iliğinde meydana gelen bu olayın esrarı daha da önem kazanır. Bilimin henüz tam olarak çözemediği bu esrar, vücudumuz için son derece basit bir işlemdir. Bu sebeple evrimi savunan birçok bilim adamı böylesine bir dönüşümün sırrının rastlantı, doğal seleksiyon ya da mutasyon masallarıyla açıklanamayacağını itiraf etmiştir. Küçük bir hücreden lenfosit gibi, neredeyse savaşın tüm yükünü taşıyan karmaşık bir hücrenin evrimleşerek oluşamayacağını evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy şöyle itiraf etmiştir:
Son zamanlarda varsayılan karmaşık hücreler hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel süreç içerisinde gelişerek meydana gelmemiştir. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları s. 79)
Lenfositlerin Görevi İnsan Vücudu İçin Hayatidir
Gizemli bir dönüşüm sonucunda oluşan lenfositlerin savunma sistemindeki rolleri de bir hayli ilginçtir. Örneğin günde birkaç defa tüm vücut hücrelerini kontrol ederek, hasta hücre olup olmadığına bakıp, hasta ya da yaşlanmış hücreye rastlarlarsa, bunları yok ederler. Ancak belirtilmelidir ki, vücudumuzda yaklaşık 100 trilyon hücre bulunur ve lenfositler, bunun yalnızca % 1’ini oluştururlar.
Şimdi gözünüzün önünde bir ülke canlandırın ve bu ülkenin nüfusu oldukça kalabalık olsun; 100 trilyon kadar. Sağlık görevlilerinin yani lenfositlerin sayısı da doğal olarak 1 trilyondur. Dünya nüfusunun ortalama 7 milyar olduğunu düşünürsek, hayali ülkenizde yaşayan insanların sayısı, dünya nüfusunun yaklaşık 14 milyon 285 bin katı olacaktır. Bu kadar büyük bir nüfusun sağlık kontrolü teker teker, hem de aynı gün içinde birkaç defa yapılabilir mi?
Kuşkusuz yapılamaz. Ancak bu muazzam işlem vücudunuzda her gün yapılmaktadır. Lenfositler tüm vücudunuzu günde birkaç kez dolaşıp sağlık taramasından geçirirler.
Peki bu kadar büyük bir canlı topluluğunun son derece organize bir şekilde hareket etmesi tesadüflerin eseri olabilir mi? Bir trilyon lenfosit hücresinin her birinin, böylesine zorlu ve sorumluluk isteyen görevi almasının sebebi tesadüfler midir?
Elbette hayır!
Bir trilyon lenfositin her birini yaratan ve bu lenfositlere insanı koruma sorumluluğunu veren Alemlerin Rabbi Yüce Allah’tır.
Yalnızca Düşmanı Öldüren Zehir Mucizesi
Lenfositlerin AIDS, kanser, kuduz, tüberküloz, anjin ve romatizma gibi başlıca hastalıklara karşı çok önemli rolleri vardır. Elbette ki bu, lenfositlerin diğer hastalıklarda rolü olmadığı anlamını taşımamaktadır. Örneğin, nezle denilen hastalık, lenfositlerin mucizevi yetenekleri sayesinde son derece tehlikeli olan nezle virüslerini vücuda sokmama mücadelesidir.
Savunma sisteminin karşılaştığı düşmanları yok edebilmesi için oldukça donanımlı bir orduya ihtiyacı vardır. Örneğin bazı mikropları öldürebilmek için çok kuvvetli kimyasal zehirler gereklidir.
Peki Savunma Sistemi Bu Düşmanları Nasıl
Durduracaktır?
Öncelikle zehiri üretecek kimyagerlere ve bir laboratuvara ihtiyacı vardır. Çünkü ihtiyaç duyulan madde tesadüfen oluşamayacak kadar özel bir yapıya sahiptir. İnsan vücudunun böyle bir düşmanla karşılaşacağını bilen, daha doğrusu insanın ibret alması için böyle bir düşmanı yaratan Yüce Allah, lenfositlere bu zehiri sentezleme yeteneğini de vermiştir.
Peki bu kimyasal maddenin üretilebilmesi yeterli midir?
Hayır, çünkü bu madde kanda serbest halde dolaşamaz. Yoksa bu, kendi hücrelerimizin de ölümü anlamına gelir.
O halde bu zehir, kendi hücrelerimize zarar vermeden nasıl kullanılacaktır?
Bu sorunun cevabı yine lenfositlerin yaratılışlarındaki mükemmellikte gizlidir. Zehirler lenfositlerin hücre zarında bulunan keseciklerine yerleştirilmiştir. Bu, kimyasal silahın kullanım kolaylığını da sağlar. Lenfosit, ancak düşman hücreye temas ettiğinde bu zehiri enjekte eder ve düşmanı öldürür.
Vücut için bu denli hayati bir önem taşıyan lenfositlerin iki türü bulunmaktadır. B ve T hücreleri olarak ikiye ayrılan bu hücrelerin birbirinden mucizevi özellikleri kusursuz ve hayranlık uyandırıcıdır.
Vücudun Silah Fabrikaları: B Hücreleri
Kemik iliğinde üretilen lenfositlerin bazıları, iyice olgunlaşıp fonksiyonel hale geldikten sonra buradan ayrılarak, kan yoluyla lenf dokularına taşınırlar. Bu tip lenfositlere B hücreleri denir.
B hücreleri vücudun silah fabrikalarıdır ve düşmanı vurmak için antikor adlı proteinleri üretirler.
B Hücresi Olmak İçin…
Hücreler, B hücresi olabilmek için oldukça karmaşık ve zorlu bir yoldan geçerler. Yani insan sağlığını koruyabilecek savaşçılar olabilmek, önce vücut içinde esaslı bir sınavı başarıyla verebilmeyi gerektirmektedir.
Başlangıçtaki B hücreleri, önce antikor molekülünü oluşturacak olan gen parçalarını tekrar düzenlerler. Düzenleme tamamlanır tamamlanmaz bu genler kopyalanır. Bu noktada küçücük bir hücrenin düzenleme, kopyalama gibi işlemleri nasıl yaptığı oldukça önemlidir. Çünkü düzenlenen ve kopyalanan bilgidir. Bilgiyi derleme ve toparlama işinin akıl ve şuur sahibi olmayan hücreler tarafından yapılması ise başlı başına bir mucizedir. Dahası yapılan düzenlemenin ardından ortaya çıkacak sonuç son derece önemlidir. Çünkü bu bilgiler ileride antikor üretiminde kullanılacaktır.
B hücrelerinin değişimi hızla devam eder. Hücreler adeta bir emir almışçasına, “alfa” ve “beta” adı verilen ve hücre zarını çevreleyen proteinleri üretirler. Bir sonraki aşamada, antijenlerle birleşebilmelerini sağlayan bazı molekülleri oluşturmak üzere bir dizi karmaşık işlem onları beklemektedir. Tüm bu karmaşık işlemlerin sonucunda hücreler, düşmanı temas ettiğinde tanıyan ve milyonlarca farklı silah üretebilen birer fabrika haline gelmişlerdir.
B Hücrelerinde Hafıza Mucizesi
Bazı B hücreleri de birer “bellek hücresi” kimliğine bürünürler. Bunlar vücut savunmasına hemen katılmazlar, ama gelecekteki olası bir savaşı hızlandırmak üzere, geçmişteki istilacıların moleküler kayıtlarını tutarlar. Bu hafıza oldukça güçlüdür. Vücut aynı düşmanla bir kez daha karşılaştığında, bu defa uygun silah üretimine hızla geçer. Böylece savunma daha süratli ve etkili olur.
Burada ister istemez akıllara şöyle bir soru gelmektedir: “Kendisini en gelişmiş canlı olarak kabul eden insanoğlu, nasıl olur da küçücük bir hücreden daha zayıf bir hafızaya sahip olabilir?”
Bu kusursuz hücre, insan menfaati için milyonlarca bilgi saklamakta ve bunları insan aklının alamadığı kombinasyonlarla doğru olarak kullanmaktadır. Ve insan, bu hücrelerin gösterdiği akıl sayesinde yaşamını sürdürebilmektedir.
Bununla birlikte ortada, bellek hücrelerinin kuvvetli hafızaları ile ilgili yanıt bekleyen bir soru daha vardır ki bu nokta son derece önemlidir. Normal bir insanda her saniye sekiz milyon hücre ölür. Ölen hücrelerin yerini yeni hücreler alır. Böylece metabolizma sürekli olarak kendini yeniler.
Ancak bellek hücrelerinin ömürleri diğer hücrelerden çok daha uzundur. Bu özellikleri sayesinde hafızalarındaki bilgi ile senelerce insanları hastalıklardan korurlar.
Fakat yine de bu hücreler ölümsüz değildirler ve uzun bir süre sonunda da olsa, neticede ölürler. İşte bu noktada ortaya oldukça mucizevi bir durum çıkmaktadır: Hafıza hücreleri, sahip oldukları bilgileri ölmeden önce bir sonraki nesile aktarırlar. İşte sözü edilen bu hafıza hücreleri sayesinde insan küçük bir çocukken yakalandığı bir hastalığa (kabakulak, kızamık, vs), ileriki yaşlarında bir daha yakalanmaz.
Peki bir hücre, bu bilgiyi miras bırakması gerektiğini nasıl bilebilir?
Elbette bu sorunun cevabı hücrenin sahip olduğu şuur değil, onu Yaratan, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hakimi Yüce Allah’ın kendisine ilhamıdır.
B Hücreleri Düşmanı Nasıl Tanır?
Artık tamamiyle savaşa hazır olan B hücreleri, vücudu savunmaya başlamadan önce, vücudun kendi hücreleriyle düşmanlarını birbirinden ayırt etmeyi de öğrenecektir.
Bunun için fazla bir çaba harcamalarına da gerek yoktur. Çünkü bu hücreler ve ürettikleri antikorlar, düşmanı hiçbir aracıya ihtiyaç duymaksızın doğrudan şekillerinden tanıyabilirler. Yüzeylerindeki bir reseptör, programlanmış olduğu antijenle karşılaşıp, onun birkaç küçük bölgesine bağlanır. Böylece onun yabancı olduğu anlaşılır. Bu özellikleri sayesinde B hücreleri, bakteri gibi antijenleri rahatlıkla tanıyabilirler.
B Hücrelerinin Görevi Nedir?
İnsan vücudu antikorları kullanarak birçok düşmanını yenebilir. Bu yüzden antikorlar varken lenfositlere niçin gerek var diye düşünülebilir. Ancak vücudun savunması için çok kapsamlı ve üstün bir orduya ihtiyaç vardır. Çünkü mikroplar arasında öyle kuvvetlileri vardır ki bu mikropları öldürebilmek için çok kuvvetli kimyasal zehirler gereklidir. Bu zehir lenfositler tarafından sentezlenerek içlerinde monte edilmiştir. Bu noktada zehiri (antikoru), oluşturma ve onu gereken yere taşıma görevi, B hücrelerine verilmiştir. Ancak bu zehirle neyi yok edecekleri konusunda programlanmamışlardır. Onlar sadece silahı üretip taşımakla yükümlüdürler. Taşırken de son derece dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü, hiçbir hücreye, ona değecek kadar yaklaşmamalıdırlar. Aksi takdirde istenmeyen bir hücreye zarar verebilirler.
Örneğin, bir insandan hiç tanımadığı, bilmediği bir maddeyi taşıması istense… Kişi bu maddeyi, kalabalık bir caddede taşırken acaba kaç insanın zarar görmesine sebep olur? İlk seferinde kimseye değmeden gideceği yere ulaştığını varsayalım. Aynı işlemi yüzlerce (B hücrelerinin bu işlemi insan ömrü boyunca yaptığını gözönüne alırsak) hatta binlerce kez yapması gerekse, her seferinde ilki kadar başarılı olamayacağı açıktır.
Ancak B hücreleri kendilerine Yüce Allah’ın verdiği bir sistem sayesinde her seferinde diğer hücrelere zarar vermeden düşman hücreyi bulurlar.
Cesur Savaşçılar: T Hücreleri
Bazı lenfositler, kemik iliğinde üretildikten sonra timüse doğru yolculuk ederler. Burada çoğalıp, olgunlaşan lenfositlere, T hücreleri denir. Bu hücreler, katil ve yardımcı T hücreleri olmak üzere iki farklı türde olgunlaşırlar. Yaklaşık üç hafta süren bir eğitimden geçen T hücreleri, daha sonra dalağa, lenf bezlerine ve bağırsaklardaki dokulara göç ederek görev zamanlarını beklerler.
T Hücresi Olmak İçin…
T hücreleri, B hücrelerine kıyasla çok daha karmaşık bir yoldan geçerek görevlerine başlayabilecek hale gelirler. Tıpkı B hücreleri gibi onlar da başlangıçta kompleks olmayan birer hücredir. Bu küçük hücreler T hücresi olabilmek için oldukça zorlu elemelerden geçerler.
İlk elemede hücrenin, düşmanı tanıyıp tanıyamadığı kontrol edilir. Hücreler düşmanı, yüzeylerinde bulunan “MHC” (Major Histocompatibility Complex), yani antijeni bir dizi kimyasal işlemden geçirip T hücrelerine sunan molekül, sayesinde tanırlar.
Sonuçta düşmanı tanıyabilen hücreler hayatta kalabilirler, diğerleri için ise taviz yoktur, yaşamlarına hemen son verilir.
Ancak düşmanı çok iyi tanıyabilmek, T hücrelerinin hayatta kalabilmesi için tek başına yeterli değildir. Bu hücrelerin, vücuda zarar vermeyecek maddeleri ve vücudun kendisine ait olan dokularını da iyi tanımaları gerekir. Aksi takdirde aslında zararsız olan maddelere karşı gereksiz bir savaşa girilir ki bu da bedenin zarar görmesiyle sonuçlanır.
T Hücresinin Hayatta Kalma Savaşı
T hücreleri için sınav henüz bitmemiştir. T hücresi adaylarının bazıları diğer hücrelerden aldıkları sinyaller sonucu kendi yaşamlarına son verirler.
Hücrelerin programlı bir şekilde ölmelerine, yaşamaya devam etmelerine ya da büyüyüp farklılaşmalarına neden olan sinyaller hakkında çok az bilgi vardır. Bu, şimdilik savunma sisteminin -bilimsel açıdan- çözülemeyen esrarlarından biridir. Vücudumuzda bunun gibi birçok hücre, bir yerlerden sinyal alıp, bu sinyale göre görevine başlar. Acaba tüm bu sinyalleri birbirlerine gönderen hücreler, sinyal göndermeleri gerektiğini nereden bilebilirler? Mahlon B. Hoagland, Roots of Life (Hayatın Kökleri) adlı kitabında bu konuyu şu şekilde gündeme getirmektedir:
Hücreler büyümeyi ne zaman durduracaklarını nereden biliyorlar? Oluşumuna katkıda bulundukları organların tam büyüklüğe eriştiğini onlara söyleyen ne?… Bölünmeyi durduran sinyalin özelliği nedir? Bunun cevabını bilmiyoruz, ama araştırmayı sürdürüyoruz. (Mahlon B. Hoagland, Roots Of Life, s. 113)
Gerçekten de hücreler arası sinyalleşmenin sırrı kesin olarak çözülebilmiş değildir.
Ana hücreden beklenen, bölünmesi ve aynı özellikte iki yeni hücrenin ortaya çıkmasıdır. Ancak hücrelerden birinin içinde ne olduğu bilinmeyen bir anahtar çevrilir ve hücre birden farklılaşmaya başlar. Bu yeni hücre insan vücudu için savaşacak olan T hücresidir. Burada akla şu soru gelmektedir:
Bir hücre niçin kendi kendini farklılaştırarak bambaşka bir hücre olmayı seçer?
Bu, bilimin henüz cevaplayamadığı bir sorudur. Bilim hücrenin kendini nasıl farklılaştırdığı sorusunun cevabını verebilir. Ancak hücrenin niçin savaşçı bir hücre olmak istediğini hiçbir zaman açıklayamaz. Hücreyi gerektiğinde vücudu savunacak bir hücre haline getiren programın kimin tarafından yazıldığını açıklayamaz.
Tüm bu soruların tek bir cevabı vardır. Hücrelere nasıl davranacaklarını ilham eden üstün güç sahibi Rabbimiz’dir.
T Hücresinin Çeşitleri
T hücreleri kendi aralarında grup-lara ayrılırlar. Her T hücresi, düşmanı tanıyabilmek için özel bir MHC molekülüne sahiptir.
Yardımcı T Hücreleri
Bu hücreler, sistemin adeta yöneticileridirler. Savaşın ilk aşamasında makrofajların ve antijen yakalayıcı diğer hücrelerin içlerine aldıkları yabancı hücrenin özelliklerini deşifre ederler. Ardından gerekli sinyali aldıklarında öldürücü T ve B hücrelerini savaşmak üzere uyarırlar. B hücreleri bu uyarı sonucunda antikor adlı silahları üretmeye başlarlar.
Yardımcı T hücreleri diğer hücreleri uyarmak için lenfokin isimli bir molekül salgılar. Bu molekül diğer hücrelerde adeta bir anahtar çevirir ve savaş alarmının başlamasını sağlar.
Yardımcı T hücresinin diğer bir hücreyi harekete geçirecek özellikte molekül üretmesi çok önemli bir ayrıntıdır.
Bu molekülün varlığı bile, evrim teorisinin ne kadar gerçek dışı bir iddia olduğunu tek başına ortaya koymaktadır. Çünkü sistemin çalışması için gereken şart, bu molekülün en başından beri var olmasıdır. Eğer yardımcı T hücreleri, bu molekülü kullanarak diğer hücreleri savaşa çağırmazlarsa, insan bedeni virüslere teslim olur.
Savaşçı T Hücreleri
Savaşçı T hücreleri savunma sisteminin en etkili elemanlarındandır. Virüsler antikor adlı proteinler tarafından etkisiz hale getirilmektedir. Ancak virüs bir hücrenin içine girdiğinde, antikorlar kimi zaman bu virüse ulaşamazlar. İşte bu gibi durumlarda, savaşçı T hücreleri virüs tarafından işgal edilmiş hastalıklı hücreyi öldürürler.
Savaşçı hücrelerinin hastalıklı hücreleri nasıl öldürdüğü incelendiğinde, büyük bir akıl ve yaratılış sanatı görülmektedir.
Savaşçı hücreler öncelikle içinde düşman saklanan hücrelerle normal hücreleri birbirlerinden ayırmak zorundadırlar. Bu zorluğu yaratılıştan kendilerine verilen sistem (MHC molekülleri) sayesinde aşarlar. İşgal edilmiş hücreyi bulduklarında ise kimyasal bir madde salgılarlar. Bu salgı hücrenin zarına saplanıp, yanyana sıkı sıkı dizilerek bir delik oluşturur. Böylece gözeneklerle dolan hücrede sızıntı başlar ve hücre ölür.
Savaşçı T hücresi bu kimyasal silahı, küçük tanecikler (granüller) içinde depo eder. Böylece kimyasal silah her zaman kullanıma hazır durumda bulunmuş olur. Hücrenin kendi silahını kendisinin üretmesi ve gerektiğinde kullanmak üzere depo etmesi, bilim adamları için şaşırtıcı bir gerçek olmuştur.
Eğer Vücut İçindeki Savaş İnsanların Kontrolünde Olsaydı…
İnsanlar, vücutlarına mikropların ya da virüslerin girdiğinin, ilk anda farkına varmazlar. Ancak belli bir süre sonra, yakalandıkları rahatsızlığın belirtileri başlayınca bunu anlayabilirler. Bu, virüsün, bakterinin vb. vücuda çoktan yerleşmiş olduğunun delilidir. Dolayısıyla mikroplara karşı ilk müdahale yapılamamıştır. Bu tarz durumlar genellikle hastalığın çok ilerlemesine sebep olduğundan, neticede telafisi mümkün olmayan rahatsızlıklar meydana gelir. Tedavisi mümkün ya da basit bir hastalığa yakalanmış olunsa bile, geç kalınmış bir müdahale, bazen ölüme dahi neden olabilir.
Virüslerin kendilerini çoğaltabilecekleri tek yer vücut hücreleridir. Öldürücü T hücreleri, bu virüslerin zarlarını kimyasal olarak deler ve içindekilerin dışarı çıkmasını sağlar. Böylece virüsün çoğalma döngüsünü keserek onu öldürmüş olur. Daha sonra antikorlar bu virüslerin yüzeyine yapışarak onları etkisiz hale getirirler. Bu şekilde onların diğer hücrelere sıçramasını da engellemiş olurlar.
Sonuç olarak, onlar enfeksiyondan etkilenmiş hücreleri yok edecek kimyasal reaksiyonları önceden hazırlarlar. Hastalık yenilgiye uğratılınca baskılayıcı T hücreleri tüm saldırı sistemini durdururlar. Bellek T ve B hücreleri eğer tekrar aynı virüsle karşılaşırsa hemen harekete geçmek üzere, kan ve lenf sisteminde kalırlar.
Peki ya insandan B ve T hücrelerini oluşturması, onların düşmanı tanımalarını, uygun antikor üretmelerini sağlaması ve yapacakları tüm işlemleri kendilerine öğretip organize etmesi istense… Kuşkusuz böyle bir yaşam, oldukça zor, sıkıntı verici ve hatta imkansız olurdu.
Oysa Yüce Allah insandan bu yükü almış, tüm sistemi kendi kendine yetecek şekilde, hiçbir aksaklığa da uğramayacak bir yeterlilikte yaratmıştır. Savunma sistemimiz de evrendeki herşey gibi kendi yaratılışına uygun hareket edip canlı hayatının vazgeçilmez, çok önemli bir öğesi olmuştur. Alemlerin Rabbi Yüce Allah, evrendeki herşeye olduğu gibi, hücrelerimize de boyun eğdirmiştir:
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Araf Suresi, 54)
Bu Yazı Alıntıdır.
Bu makale, İlmi Araştırma Dergisi 05. sayı (Kasım 2004) 38. sayfada yayınlanmıştır.